İnsanların idealleri olmalı. İçtenlikli, arıtılmış, aydınlık idealler.

Sonra amaç, sonra plan… Ve yaşama disiplini…

Ama yine de yumuşak olmalı bunların birbirlerinin içinden geçişleri; biri ötekisini delip geçmemeli…

Dedem şöyle derdi:

  • Yaşamında itidalli olacaksın… İtidal, itidal; her şeyde, her yerde itidal… Hatta o kadar ki… İtidalde bile itidal!

Günümüzün yükselen değeri Z Kuşağı için zorunlu olarak tercüme ediyoruz: İtidal: Aşırı olmama, ölçülülük, demek.

Yani, diyordu dedem; ölçülü olmada da ölçüyü kaçırma…

Yani, yumuşak bak hayata, ama gevşek olma, gevşeme…

Rüzgâra karşı esneme.

Sonra o esneme tüm yaşamını gevşetir, itidal ortadan kalkar, sen de, ben de, biz de, siz de… [Bilmem dedem bana yeterince anlatabilmiş mi bu gerçeği? Ben de size aktarabiliyor muyum, bu oldukça önemli dijital yaşam ölçüsünü; ha gayret!]

Bu ideal ve amaçlar kim için, ne yöne dönük?

Kendi bireysel gerçeğimiz için, toplum için, evrensel değerler uğruna…

Çok büyük olması da gerekmez bu enerjinin; küçüklü-büyüklü de olabilir, ama olmalı… Mutlaka olmalı!

Hele siyasetçilerin…

Ayrıca bu hazretler, toplum içinde sergiledikleri kişilikleri ile inandırıcı olabilmeli; güven vermeli.

Yani hem meli, hem malı.

Peki günümüzü işgal eden siyaset pratiğinde ise, bu meli ve malı’lara yer yok.

Çünkü beyaz yakalı siyaset dervişlerinde idealin esamesi yok…

Sadece ve sadece kişisel çıkar tahterevallisinde sürekli olarak en yukarıda olma hırsı var; bencilliği var.

Siyaset, işte bu bencilliğin yaşama yapıştırılmasının aracı ya da yöntemini sürüyor.

İnsanların önüne renkli-şatafatlı bir havuç konuyor.

Ve halka, “Beni seçersen bu havucu afiyetle yiyeceksin,” deniyor.

Bol kepçe vaatlerden fiyakalı bir demet yapılıyor; sonra bu demete her gün yeni bir şeyler daha ekleniyor.

Böylece demet, oluyor kocaman bir çelenk…

Ve siyasetçinin insan ilişkileri bu çelengin kuytusunda hesaplanıyor, kurgulanıyor, allanıp/pullanıyor… Yani örgütleniyor.

Ve böylece gayetle resmi, apaçık legal, her açıdan “vacip” bir biçimde koltuk savaşı sürüyor, sürdürülüyor.

Giderek, maddi-manevi- ve uhrevi; ama aynı zamanda sanal ve ancak ciddi rampalara tırmanılıyor…

Çünkü koltuk görkemlidir.

Küçüklü büyüklü her nevi koltuk, kişisel olarak ulaşılamayan menzillere siyasetçiyi bir zıplayışta ulaştıracak olan sihirli bir kaldıraçtır.

Rozettir!

Kariyerdir.

Her şeydir…

Alın siyasetçinin mabadından koltuğu… Geride kalan –her neyse- oldukça acıklıdır.

Ve bu arkadaşların büyük çoğunluğu resmi ya da gayrı resmi Atatürkçüdür.

Ama… Yazımızın bu kavşağında bir de Mustafa Kemal Paşa’yı anımsayın…

Paşa’lığının apoletlerini sökerek girdi o çetin mücadeleye…

İdeali vatandı!

Amacı, ülkenin kurtarılmasıydı!

Karakteri, bağımsızlıktı!

Yöntemi, dik-duruştu!

Tüm dünya ölçüsünde ulaştığı değeri ve saygıyı yaratan koltuk değil; yaptıkları, kültürü, gücü ve aydınlık dimağıydı…

Bu noktada önümüze yanıtlanması gereken bir soru çıkmaktadır:

Siyaset hangisi?

O’nun ki mi?

Bunların ki mi?

Yanıt, bugünümüze ışık tutacak kadar önemlidir.

www.soruyusormak.com