...
Ey bağışlayan ve kahreden yazgı,
yüreğimizin en acı duygusu, ilk sözümüz mü olacaktı?
Sakınma söyle, bırak burkulsun, acısın içimiz:
Duyuyor musun top seslerini Olric, yaşarken görmezden
geldiği değerli bir evlâdını, bir kere daha (güzel güzel çürüsün
diye) toprağa verirken saygıyla selâmlıyor!
Yüreğimizin en acı duygusu susmuyor:
Ölmeden, hak ettiğin tacı başına koymaz ölü sevici bu toplum!
Ne zaman,
gülümseyen sakallarından dokuduğun kanatlarla, emindirler
vardığından yıldızına,
mutlu bir rüyanın içindeymiş gibi sevinçle haykırdılar:
“Hurra” dediler üç kez,
ardından daha güçlü bir vurguyla, yine üç kez, “Yaşasın yeni kral”
sözleriyle, yeri göğü inlettiler!
Gördün mü korodaki dostları, gururlandın mı onlarla Olric?
Mürekkebi kutsal, kalemi özgürlük bellemekle övünen maskeli
reziller, kıskanç imzalar, sönmüş memeler, kurumuş kıçlar, sanat
erbâbı bezirgânlar, sanat adamı geçinen ikiyüzlü azizler,
nasıl olduysa, bir kere daha sevinçle haykırdılar:
“Hurra” dediler,
romanın yeni kralı için, “Ruhu şâd” olsun dediler kristal kadehlerin
ışıltısında!
Zavallı dürüstler, zavallı körler ağlamaz bir ışık söndüğünde, ,
ağlamaz ve duymaz sağırlar karanlığa eşlik eden adımların sesini
ve bilmezler sıradan her adımın ihanete nasıl dönüştüğünü,
bir canın adı yanarken solgun bir kâğıtta,
önemli biriymiş derler ve çevirirler sessizce sayfayı!
Kolayca geçerler bir duygudan diğerine.
Oysa zordu, çok zordu
gezegende kaybolmayan bir imza olmak. Yalansız gerçek olmak.
Vazgeçişler yaşanırdı güneşlerden!
İmdat sesi yankılanmayan bir uçuruma tutunarak, kolay değildi parçalanmış
yakuttan bir dünya yaratmak!
Biriken hüzünleri, yarışı kaybetmiş atların düşlerini,
geleceği çalınmış sözcükleri, sanrılar yaratan ahtapotun görmeyen
gözlerini, takma kollarını, yorgun umutları, sorgulayan yalnızlığı,
yüreğinin altın vuruşlarıyla;
yerginin ve neşenin tadına vara vara, bir kuyumcu ustası gibi işlemek,
en güzel gülü armağan etmek samanyoluna,
zordu, çok zordu.
Ve ışığının,
kaosuyla dolu heybesi sırtında
akardı kendine, daha kendine açılan bir kapıya…
Göz göz koştukça
dururdu gecenin akrep ve yelkovanı
ve taşırken ufkun ötesine rüzgârı,
güneşten, yıldızlardan bal süzerdi sözcüklere!
Kanardı düşünce, kanardı kalem, kanardı zaman!
Kimse bilmez ve hep böyle olurdu.
Onu en iyi tanıyan sendin değil mi Olric?
Yazdıklarını ilk okuyan ve ona hep ilk ayna olan!
Ne zaman kuşkular dağılır,
emindir kıskançlığın ustaları, duygusuz duygular emindir,
gülümseyen sakallarından dokuduğu kanatlarla vardığından yıldızına:
“Yaşasın” dediler üzgün(müş) seslerle, coşkulu(ymuş) seslerle
romanın ölmüş yeni kralına!
İncine incine, ısrarla söylediğin gibi oldu her şey
Oğuz’lar Oğuz’u.
Atay’lar Atay’ı.
Ölmeden, hak ettiğin tâcı başına koymaz ölü sevici bu toplum!