Öykülerin Öyküleri... Evet, insan [yani "birey" olabilenlerinden söz ediyoruz] içinde yaşadığı olayları enine boyuna sorgulamadan koşturup durursa, kültürel düzlemlerden cinsel dürtülere kadar her alanda didiklemezse, koşullarından, etkenlerine/nedenlerine varıncaya kadar yaşantılarını parçalayıp, parça parça ettiği o yaşam kırıntılarından kendisini yeniden inşa etmeye çalışmazsa... Siz söyleyin, o kimdir; ve nasıl biridir? Eğer okumaya kalkışırsanız öyküler, bu kimlikleri [yani bireyleri] sorguluyor/kurguluyor... Aslında kurgu da değil, apaçık gerçek, ya da gerçein kıyısında dolaşıp duruyor...
"Gayri" Müslim, anlı şanlı bir gitaristin acılı/acıklı hayatının fotoğrafını çekmekle başlıyoruz. 6-7 Eylül felaketini daha henüz sekiz yaşındayken komşu evindeki bir gardırobun içine saklanarak yaşayan Efrahim'in, bir türlü o karanlık dolaptan çıkarılamayan eğri büğrü yaşamının satırlarımıza aktardık... İkinci öyküde eski, yıllanmış bir meyhaneden içeriye eski Maarif Nazırı Hasan Ali Yücel ile Nazım Hikmet kol kola giriyorlar. Masalar hınca/hınç dolu. İçeride kimler yok ki... Süleyman'dan Yusuf Atılgan'a kadar, hepsi bir arada... Kısacası, tuhaf bir öykü; düşüncenin ve gülücüklü duyarlılığın dibi tutmak üzere... Hemen arka sayfada genç bir felsefe öğrencisi, yedek subay öğretmen olarak o büyük taşra-kenti ardında bırakıyor; köy yollarına düşüyor ve orada, gözleri görmeyen ve Marks'ı Almancasından, Sartre'ı Fransızcasından "tefekkür eyleyen" katkısız/katışıksız bir halk filozofu ile karşılaşıyor. Öğretmenimiz şaşkın ama inatçı mı, inatçı. Son öyküde de akşamın bir vakti işinden yorgun argın çıktıktan sonra bir koltuk- meyhanesine sığınan kahramanımızın, rakı kadehleri arasında yaşayan insanlardan aldığı dersin anatomisi yer alıyor... Meraklı mı? Pek belli değil. Acı mı? Hayır, acımtırak...Merak, sorgulama, sağlama, doğrulama...
Sonra yeniden merak, sorgulama, falan...
Bu bir kısır döngü müdür? Hayır, aydınlanmaya uzanan o dar ve meşakkatli yolun ta kendisi... En kısa adresidir.