Yayınlanmasından bu yana bir yıla yakın bir süre geçmesine rağmen Tutunamayanlar hakkında, bir edebiyat dergisindeki yarım ve belirli bir kavrayışın dışında kaleme alınmış, birkaç satırın ötesinde hiç söz edilmedi. Oysa nice nice romanlar, hikâye kitapları vardır, her elinize aldığınız dergide karşınıza çıkarlar. Yazarın dünya görüşü, sanat anlayışı, çatışmaları, susuşu, oturuşu, kalkışı... Sayfa sayfa eleştiri yazıları sıralanır önünüzde. İyi diyen olur, kötü diyen olur. Şurası şöyle, ama burası da böyle; şu açıdan sanatçının bakışı, bu bakımdan hikâyenin çatısı... denir. Yazılır, çizilir, övülür, [hatta bir parça] sövülür ve sonuçta da belli bir yere katlanıp konur. Tutunamayanlar’ın yayımlandıktan sonraki öyküsü böyle alışılmış bir biçimde gelişmedi. Okurlar üzerinde özgün ve geniş bir etki bırakan roman karşısında “edebiyat ekolümüz” bugüne kadarki geleneksel tutumundan farklı bir davranışın içine girdi; sustu, saklandı. Bu tavır, üzerinde ayrıca durulması gereken ilginç bir yan... Belirli çevrelerin, tutunanların, Tutunamayanlar’a karşı gösterdikleri tepkinin, suskunluktan öteye geçemediği bir evrede Atilla Özkırımlı’nın Yeni Ortam'da yayımlanan tanıtma yazısı, bu açıdan önemli bir olaydır. Söz konusu yazıda romanın ele almış biçimi, iyi niyetli bir yaklaşımı içererek bu konuda dürüst ve kapsamlı bir tartışmayı gündeme getirme imkânı taşıması bakımından da üzerinde ayrıca durulmaya değer. Sorunu bu açıdan yakalamak, söz konusu yazıdaki birkaç noktaya değinmek cesaretini veriyor bizlere.

Tanıtma yazısında ilkin şöyle bir düşünce ileri sürülüyor: Tutunamayanlar’da: “Belli insan tipleri çizmek yerine, insan denilen varlığın derinlemesine araştırılmasına girişilmiştir.”

Oysa, belli insan tipleri çizilerek de insan denilen varlığın araştırılmasına girişilebilir. Konu, insan denilen varlığın genel olarak, araştırılması ise, bu seçilen yola göre tek insanın ya da çeşitli insanların “tiplerini çizerek” yapılabilir.

Tutunamayanlar’da anlatılan, insan denilen varlığın [tüm saflığı ile varoluş mücadelesi veren belirli bir insanın,] evrensel kültürün bütün beşerî unsurlarına çocuksu bir heyecanla sahip çıkarak, içinde yaşadığımız dünya ile giriştiği bir ölüm kalım savaşıdır.

Tutunamayanlar’da bir araştırma yoktur. Hayatın tam ortasındaki bir kavga vardır. Bu kavganın okuyuculara iletilmesi ve hatta onlarla paylaşılması vardır. Karşımıza, Selim Işık, Süleyman Kargı, Günseli ve Olric’le çıkan Turgut Özben’in giriştiği bu mücadelenin ayrıntılarındaki “öz”dür anlatılmak istenen. Konu Turgut Özben’in kişiliğinde, insan denilen varlığın araştırılmasından çok, bu özün içinde bulunduğumuz şartlarda ve genel olarak geçirdiği ve geçireceği serüvenin kaderidir. Bu öz yaşayabilecek midir? Oğuz Atay’ın sorduğu soru bu. Verdiği cevap... İşte tartışılması gerekli olan sorun!

Selim Işık’ın kişiliği içinde yol alırken bu “öz”ün nasıl oluştuğunu izliyoruz. Onun bunalımlarını, tökezlemelerini, kaygılarını, sevinçlerini, coşku ile sarıldığı şeyleri ve bütün bunların sonunda içine düştüğü ruh halini [ve ruh halinin derinliğini] izliyoruz. Bu da Selim Işık’ın ve giderek “selimliğin” sonunu belirliyor. Selim ölüyor. Peki ya “selimlik?..” Ona ne oluyor?

Turgut Özben bu noktada yeni bir Selim buluyor. Onaylayan, “efendimiz” diyen, kavgacı olmayan bir Selim Işık: Olric...

Turgut Özben, Selim’i Olric’leştirecek bir kurnazlığa dayandırıyor hayatını, kayboluyor. Selim Işık’ın intiharını yaşıyor, özdeşleşiyor onunla zaman zaman, ama o Turgut’tur. Bir yandan da başka biridir. Aslında gerçek olan da O’dur; yani ikisidir… İşi daha fazla zorlaştırmamak için bizlere, böylece Olric’i tanıştırıyor. Birlikte çekip gidiyorlar. Peki ama, nereye?.. İşte tartışılması gereken ikinci önemli nokta da budur.

Bu soru karşısında Turgut Özben’in bir cevabı yok. O bir bakıma da cevapsızlığı savunuyor gibi. Sadece gidiyor. Ve kayboluyor. Bir yanında Olric, bir yanında da Selim’in hatıra defteri: “Yıpranmış ümitlerden taze ümitsizliklere kesiksiz bir geçiş...”

Atilla Özkırımlı [yazısında] şöyle devam ediyor: “İnsanı anlatmayı düşündüm, diyor Oğuz Atay. Ben çok genel olan bu yargıyı açmak istiyorum: Aydın denen insanı, yani bizi, hani şu ara sınıfı anlatıyor Oğuz Atay. Davranışlarıyla, duygularıyla, inançları ve inançsızlıklarıyla içinde yaşadıkları ortamın ürünü olan insanları. Bu nedenle de toplumsal yaşayış, insanlar/arası ilişkiler, yaşamımızı yöneten kurumlar eleştiriliyor, alaya alınıyor; kızgınlıkla. Yalnız bu eleştirinin aynı düzenin bir parçası olan parçalıktan kurtulamayan aydınca yapıldığını belirtelim.”

Oysa, Tutunamayanlar'da bizi, hani şu, hep masanın üzerine konup orada, öylece bırakılan ara sınıfı anlatmıyor Oğuz Atay!

Aydını, gerçekten aydın olan “insan”ı anlatıyor. Onun içtenliğini, hayat karşısındaki tavrını, yani birey olarak gerçekliğini anlatıyor. Ötesi mi?

  • Batsın, diyor...

İçinde yaşadıkları ortamın ürünü olan insanlar mı?

  • Beter olsunlar!

Burada dikkat edilmesi gereken nokta bizce şu: Turgut Özben’in ve onun tanıklığında tanıdığımız öteki kişilerin küçük burjuva kökenden gelmiş olmaları, klasik olarak bu sınıfa özgü kabul edilen birtakım nitelikleri ya da meseleleri varlıklarında taşımaları, romanda ortaya konan sorunların sadece bu sınıfa has nitelikler olduğu ve giderek, Tutunamayanlar’ın, bu sınıfın insanlarını anlattığı gibi dar bir görüş açısından değerlendirilmemelidir.

Romandaki kişileri, yalnız belli bir sınıfın insanı olarak görmek, onların yaşantılarında tartışılan “öz”ü sadece belirli belirli bir sınıfın meselesiymiş gibi ortaya koymak, ilerici etiketi taşıyan bir düşünce yönteminden bağnaz sonuçlar çıkartmaya vardırır bizleri. Turgut Özben ve kişileri, kendi öznel yaşantılarından, kendi sınıflarına ve oradan da bütün insanlara bir paralel çizebilmişler, onlara seslenebilmişlerse, bu sesi ve bu paraleli dar bir sınıf yorumu ile yok saymak ya da yok etmek önemli bir haksızlıktır.

Tutunamayanlar’a böyle bir dar açı ile yaklaşmak, insanı daha da büyük yanılgılara sürükleyebilir. Ve hatta Atilla Özkırımlı’nın yazdığı gibi: …romanda “toplumsal yaşayış, insanlar arası ilişkiler, yaşamımızı yöneten kurumlar”ın eleştirisinin, “aynı düzenin bir parçası olan, parçalıktan kurtulamayan aydınca yapıldığını” ileri sürmeye kadar vardırabilir bizi.

Oysa içinde yaşadığımız, insanın “kendi”sine dönük her düşüncenin belirli bir bağnazlıkla ele alındığı bir ortamda, onu öne süren, gündeme alınması için elini kaldıran bir yazarı, “bu ortamın (yani düzenin) parçalığından kurtulamayan bir eleştiri yazarı” olarak anlayıp, tanıtmak gerçekten çok yanlış bir değerlendirmedir.

Sonuç olarak; Tutunamayanlar, insanla ilgili gündeme taşıdığı sorunlarla, duygusal gerilimi, bütünlüğü ve teknik başarısı ile sadece “okunması gerekli” bir roman değil; üzerinde uzun süre durulacak, tartışılacak, zaman zaman tekrar tekrar gözden geçirilecek değerde bir ilk yapıtıdır Oğuz Atay’ın.

Yeni Ortam, 12 Kasım 1972

DEHŞETLİ KOMİK, VAHİM DERECEDE TRAJİK BİR OLAY

Yukarıdaki satırlara aktarmış olduğumuz yazı, İletişim Yayınları tarafından yayınlanan “Oğuz Atay’a Armağan” isimli kitapta yayınlandı.

İletişim Yayınları söz konusu yazıyı 1970’li yıllarda yayınlanmakta olan Yeni Ortam Gazetesi’nden alıntılamış.

Bu noktada araya girip söz konusu yazının 1972 yılında Yeni Ortam Gazetesi’nde yayınlanması [ve sonradan alelacele kazınması] ile ilgili bir olaydan söz etmenin yararlı olacağını düşünüyoruz:

Olayının öyküsü oldukça traji-komik bir yük taşıyor. Yani olay, dehşetli komik ve vahim derecede trajik…

Kısaca şöyle:

Ben, [yani söz konusu yazıyı karalayan kişi olarak Faruk Haksal] o tarihlerde Yeni Ortam Gazetesi’nde çalışıyordum. Gazetenin sanat sayfasında Atilla Özkırımlı’nın yukarıdaki yazıya konu edilen eleştiri yer aldı. Ve sonuç olarak ortaya bu yazıyı irdeleyen bir yazı çıktı.

Yeni Ortam Gazetesi’nin sahibi Kemal Bisalman, yayın öncesi uygulanan bir usul geliştirmişti. Gazete dizgiye girdiğinde gazeteden ayrılıyor, her akşamüstü Taksim Divan Otel’inin barına ulaşıyor ve orada kendisine koşar adım getirilecek olan gazetenin deneme sayfalarını bekliyordu. O gün de öyle olmuştu. Gazetenin deneme baskısı Divan pastanesine ulaşıp da Kemal Bisalman sanat sayfasını incelemeye başladığında gözleri [nedense?] faltaşı gibi açılmıştı. Öfke-telaş-hiddet… [falan derken] acilen emir verildi:

- Baskı derhal durdurulsun!

Emir, emirdi…

Baskı durduruldu.

Gazetenin sanat sayfasından Oğuz Atay ile ilgili bu yazı çıkartıldı. Boş kalan yeri “sanatsal” bir şeylerle dolduruldu. Matbaadan patrona telefon edildi:

- Tamam efendim, denildi.

Sayın Kemal Bisalman da kendi üslubu ile telefonun öbür ucuna seslendi:

- Tamam yavrum, basabilirsiniz…

[Böylece, küçük bir bölümü basılmış ve önemli ölçüde imha edilmiş olan 12 Kasım 1972 tarihli Yeni Ortam Gazetesi, daha sonra söz konusu yazı sayfalarından çıkartılmış olarak yayınlanıyor. Ama gazetenin basılmış olan küçük bir bölümü, bizce önemli bir belge olarak, bugünlere kadar ulaşıyor; İletişim Yayınları’nın bastığı kitaba aktarılabiliyor.]

Bu komik öykü burada bitti mi?

Hayır bitmedi.

Ertesi sabah gazeteye, gelişmelerin hiç birisinden haberi olmadan, elimi kolumu sallayarak keyifle geldiğimde bana, “lütfen…” deniyor:

- Muhasebeye uğrar mısınız?

İşte böylece atıldım Yeni Ortam Gazetesi’nden.

Bu arada küçük bir not: O tarihlerde Yeni Ortam Gazetesi’nin sanat sayfasını Atilla İlhan yönetiyordu.

Ve… Çokça zaman sonrasında öğrendiğimize göre bu olayın gerekçesi kısaca şuymuş: Meğer gazete sayfalarından alelacele kazınan yazıyı gerçekte Oğuz Atay yazmış ve benim ismim üzerinden Yeni Ortam Gazetesi’nden yayınlanmasını sağlamış… Mış mış [da] mış mış!

Bunca satırı okuduktan sonra, şimdi karar verme sırası sizlerde:

- Bu olay komik midir; yoksa trajik mi?

Peki, ya bizim görüşümüz nedir?

- Sayın kadim patronumuza kısaca Allah Rahmet Eylesin, diyoruz; hepsi bu kadar…

www.soruyusormak.com

Editör: TE Bilişim