Şanslıydım belki de çok erken yaşlarda bir tiyatrom oldu. Uzak bir akrabamızın ardiye olarak kullandığı hayli geniş bir bodrum katını, sonradan kendisi de doktor olan arkadaşımla bana tiyatro yapmamız için vermişti.10-11 yaşlarındaydık. Ardiye tiyatroda geçen maceramız ortaokul yılları boyunca devam etti. Mahallenin çocuklarını topluyor, ellerinden birkaç yüz kuruş alıp onlara fıkraları canlandırma dediğimiz kendimizce zaman içinde geliştirdiğimiz bir tür tiyatro tekniği ile 5-7 arası kısa skeçler sergiliyorduk. Evet, oynadığımız oyunlar oradan buradan duyduğumuz fıkralardı.

Aslında çocukluk yıllarımın çoğunun taşrada geçmesinden de sebep, liseye kadar izlediğim tek tiyatroya benzer şey okulların yıl sonunda düzenledikleri ve ailelerle birlikte izlenen müsamereler olmuştu. Taşra ile tiyatro arasındaki mesafe, herhangi bir ilçenin kent merkezine olan mesafesinden daha fazlaydı.

Devam ettiğim ortaokul lise ile birleşikti ve ben okulun giriş kapısında “lise” yazdığı için o yıllarda hızlıca boy atmak durumunda kalmıştım. Bu taşra okulunun tiyatro görgüsü/bilgisi belki de sadece Türk filmlerinde tiyatroda geçen sahnelerini izlemekten kaynaklanıyordu. Pek ilgilenen de olmadığından, ortaokul son sınıfta lise tiyatro kolu başkanı seçilerek lisenin yıl sonu müsameresinin hazırlanması görevini üstlenmiştim. Doğrusu yıl sonu müsameresi hem ailelerden hem de öğrencilerden ilgi gördü. Doğal olarak oynanan müsamere, “ardiye tiyatrosunun” repertuarından alınmış fıkra canlandırmalarından oluşuyordu.

Lise eğitimini başka bir taşra kentinde alırken tiyatro maceram, ilk Türk tiyatro oyunu olarak geçen Şinasi’nin Şair Evlenmesi oyunu ile devam etti. Şairi oynamıştım o oyunda. Neden bana oynatmışlardı bilmiyorum? Ama oyunda başka bir rolü oynasaydım, şimdi başka biri olurdum gibi gelir hep bana. Sonra lisedeyken ilk kez doğru düzgün bir oyun izlemiştim. Sonra o oyunu bir ay kadar süren bir çabayla yazdım. Oyundan hatırladığım tüm replikleri, mizansenleri tekrar yazarak oyunu kendimce yazmıştım. Sonra edebiyat hocama, “bir oyun yazdığımı” söyledim. Gerçekten de kendi yazdığımı düşünüyordum. Gülümsemişti bana! “İyi bir öğretmen” olarak hatırlıyorum onu.

Çapa Tıp Fakültesine girdiğimde adımı yazdırdığım tiyatro kolunda daha önce hiç görmediğim türden insanlarla karşılaşmıştım. Konuştukları sözcüklerin bir kısmına yabancıydım. Taşra ile büyük kent arasında, bir taşra okulu ile Çapa arasındaki mesafe, örneğin Niğde ile New York arasındaki mesafeden daha kısa değildi.

Çapa’da dünya tiyatrosunun önemli köşe taşı yazarlarının oyunlarını oynadık. Bir yıl boyunca haftada iki saat Cevat Çapan’dan tiyatro dersi almak gibi bir ayrıcalığa sahip olduk. Bu arada ben evimize yakın olduğu için Deneysel Sanatlar Merkezi adında bir mekâna düzenli olarak gidiyor orada bir çok genç tiyatrocuyla tanışıyor, onlarla ara ara ufak tefek tiyatro işleri yapıyordum. 1987 yılının sonunda çok yakın bir arkadaşımla birlikte uzun yıllar devam edecek Basamak Oyuncuları adıyla bir grup kurduk. Bu grubun oynadığı ilk oyunu uzun bir kar tatilinde yazmıştım: “Çünkü”. “Çünkü” yü, “Ne Oluyor”, “Sancı” ve “Durmuşu Durduran Kim” adlı oyunlar izledi. Melek hayatında başladıktan sonra da yazmayı bırakmadım. Bu dönemde sahneye koyduğumuz oyunlarım arasında, “Ses Ver Vatandaş” ve “Gönüllü Karanlık” oyunları vardır.

Burada kısaca anmaya çalıştığım kimi tiyatro duraklarımın dışında, hayatımın pek çok noktasında teatral birtakım olaylar hep olmuştur.

Hikâye şu ki: Ben bu dünyada insanları ve onların yarattığı hayatları sevdiğim kadar ne ağaçları, ne binaları, ne denizleri sevdim! En çok insanların halleri… Onların aksiyonları, mimikleri, tonlamaları, replikleri heyecanlandırdı, güldürdü, üzdü beni! En çok insanları merak ettim! En çok insanın tiyatrosunu!